Tatlı Hayatın Ritmini Bul: Ne Say, Ne Koş, Sadece Tadını Çıkar
Tatlı hayatın ritmini bul; çünkü bazı şeyler sayılmaz, sadece yaşanır. Aileyle, aşkla, yürüyüşle, durarak…
Zamanı durdurmak mümkün değil belki ama yavaşlatmak elimizde. Hele bir de kahvaltı masasındaki o minik eller, sabah uykulu gülümseyişle sana “baba” diyen biri varsa, günün ritmi başka bir şeye dönüşüyor. O an, bir sunumdan daha önemli, bir mailden daha öncelikli hale geliyor.
İşte tam o anda kulağına bir İtalyan fısıldıyor gibi oluyor:
“Anni, Amori e Bicchieri di Vino nun se Contano Mai.”
Yani “Yıllar, aşklar ve şarap kadehleri asla sayılmaz.”
Bu cümleyi ilk kez The Age of Adaline filminde duymuştum. Hayatla aramıza mesafe koymadan, anların kıymetini bilerek yaşamak… Filmin baş karakteri gibi sonsuz yaşamak değil mesele. Asıl mesele, zamanı gerçekten hissetmek. O anı paylaşan kimse, o sofrada oturanlar, o kahkahayı duyanlar… İşte gerçek kıymet orada.
Tatlı hayatın ritmini bul. Saymakla değil, hissetmekle meşgul ol.
Tam bu kısma bu notu düşeyim ki kendimi sürekli tekrar etmeyeyim. Böyle pozitif yazılar yazmak epey kolay ama bu yazıların içerisindekileri tam olarak uygulamak inanılmaz derecede zor olabiliyor, alt kısımlara doğru okudukça, hem bahsedeceklerimi isteyeceksiniz hemde içten içe biraz üzüleceksiniz, neye üzüleceksiniz biliyor musuz? Tabi ki de bu yazıda olanları nasıl yapamadığınıza. Aklım yazıyı hep karanlık noktalara taşımakta ama bu pozitif sayılabilecek bir yazı olacak. 🙂 Dark Side’a sonra geçeriz.
İkinci durakta karşımıza bir başka İtalyanca yaşam felsefesi çıkıyor:
“Festina Lente.”
Acele et ama yavaşça.
Bunu ilk duyduğumda açıkçası biraz çelişkili gelmişti. Sonra sabah eşime kahvesini hazırlarken, onun kızımızı giydirip aynı anda hazırlanmaya çalıştığını gördüğümde, o karmaşada “hımm tamam” dedim. Koşmak değil mesele, akmak. Eşim o kadar tereyağından kıl çeker gibi yapıyordu ki ben büyük ihtimalle o kargaşanın içinde biraz kaybolurdum.
Bu hayatta, anlık olarak işlerimizi bitiyoruz evet ama stres aynı anda bizi bitiriyor. Bu yüzden biraz durmak, biraz yavaşlamak gerekiyor.
Tatlı hayatın ritmini bul, çünkü bazen yavaş olan şeyler, en kalıcı olanlardır.
Yavaşladıkça detaylar netleşiyor. Ve o detaylar da genelde yürürken kendini belli ediyor.
“Fare una Passeggiata.”
Bir yürüyüşe çık.
Ama alışverişe değil. Hedefe değil. Sadece yürümeye. Yanında kızın, eşin ya da sadece kendin olsun. Adımların seni nereye götürdüğü değil, o adımlar arasında kimlerle konuştuğun, neleri fark ettiğin önemli. Yolda bir kediyi seversin, fırından yeni çıkmış ekmeğin kokusu sarar burnunu ve tam o an mesela ben direk “şimdi hatun olsaydı o ekmeği eve zor yetiştirirdik” diye düşünmeye başlarım hatta kızım ile yanyana isek o zaman o düşünceyi gülerek birbirimize anlatırız. İşte hayat, orada gizlidir. Biz sürekli bir yerlere yetişmeye çalışırken İtalyanlar yürür. Onlar çok daha fazlasını görürken, biz sadece bakıyor oluyoruz galiba.
Şimdi aynaya bir bak. Uykusuzsun belki ama karizmandan da bir şey kaybetmiş değilsin. Çünkü ne var?
“Sprezzatura.”
Zahmetsiz zarafet.
Yani “çok uğraştım ama sen anlamazsın”. Bu sadece bir giyim tarzı değil, bir yaşam tavrı. Dağınık saçla karizmatik görünmek, çabasızca etkileyici olmak… Anneler bence bu işin uzmanı aslında. Sabah yedide çocuğu okula hazırlayıp, sonra işlerine girip, sonra evde ne yapacaklarına karar vermek onunla uğraşmaları, sonra eğer gerekirse işlerine dönmeleri… Bunları yaparken hâlâ cool kalmaları: Sprezzatura.
Tamam şimdi hepsi kalamıyor ama kalanlara diyelim yani ben en azında benim evimdeki kadında bunu görüyorum. Beni de linçlemeyin lütfen yaparım her işi yani.
Hayatın bize yüklediği “çok şey başarmalısın” baskısına karşı İtalyanların cevabı bu:
Çabala ama gösterme. Uğraş ama rahat görün. Stresli ol ama belli etme.
Sprezzatura’nın babalara çok yakıştığını düşünüyorum. Tam bu nokta işte, parmaklarımı en zor tuttuğum yer diyebilirim, neden diye sormayın çünkü karanlık tarafa geçmeye bir iki cümle kaldı…
Ve şimdi: hiçbir şey yapma zamanı.
“Il Dolce Far Niente.”
Hiçbir şey yapmamanın tatlılığı.
Balkona çık. Telefonu içeri bırak. Sadece otur. Yanında sevdiğin bir insan, hatta belki yanında sadece sen. Gökyüzü var, sessizlik var. Ve evet, hayat hâlâ devam ediyor. Ama sen artık sadece izliyorsun. Kızının oyuncak bebekleriyle konuşmasını dinle. Eşinin çayını karıştırış sesini duy. Sessizlikte hayatın ritmi saklıdır.
Tatlı hayatın ritmini bul. Bu anlar, fotoğraflanmaz belki ama hatırlanır. Ve hissettikçe büyür.
Ve son perde…
“La Dolce Vita.”
Tatlı hayat.
Bu bir film değil. Ya da sadece Fellini’ye ait değil. Bu, her akşam sofraya birlikte oturabilmek, çocuğun senin kucağında uyuyakalması, eşinin sana gün içinde yolladığı tek kelimelik bir mesaj bile olabilir. Tatlı hayat, büyük şeylerde değil. Küçük anlarda. Ve biz bu küçük anların peşindeyiz. Tam beceremediğimizi biliyorum ama peşinde olmak için güzel bir hedef bence.
Bak bu yazının içinde ne zaman “tatlı hayatın ritmini bul” dediysem, aslında seni İtalyan olmaya davet etmedim.
Sadece biraz daha yaşamaya çağırdım.
O kalabalığın içinde durmaya.
Gülmeye, sarılmaya, “şimdi” demeye…
Çünkü saydıkça eksiliriz.
Ama birlikte yaşadıkça çoğalırız.
Ve evet…
Tatlı hayatın ritmini bul.
Kendi ailenle, kendi evinde, kendi yavaşlığınla.